Pazar, Nisan 06, 2008

Ah Keşke!...

Derin bir sessizlik kapladı her tarafı. Çıt çıkmıyordu. Rüzgarın etkisiyle cama vuran ağacın çıkardığı ses dışında hiçbir kıpırtı yoktu etrafta. Karanlıktı dışarısı. Zifiri karanlık. Tıpkı ruhum gibi diye düşündü kanepede oturan orta yaşlı adam. 40’lı yaşlarda olmasına rağmen en az 10 yaş fazla gösteriyordu. Nedensiz değildi doğadaki hiçbir şey. Elbet bunun da bir sebebi vardı.

Aile albümüne bakmaya devam ederken, bebeklik resmine takıldı gözü. Büyükada’daki yazlık evin bahçesinde çekilmişti resim. Annesinin kucağındaydı. Ne şirin, ne güzel bir bebekti. Keşke hep öyle kalsaydım diye düşündü. Ne yazık ki yıllar çok şey alıp götürmüştü. Ama hiç bir şey Onun kadar canavar ruhlu olmamıştı bu konuda. Dost bildiği günlerin acısı zamanla çıkmıştı. Farkında olmadan, yavaş yavaş , derinden ve sinsice.

Bir gün merdiven altında gizlice yaktığı sigarasını tüttürürken annesine yakalanmıştı. Hiç vurmamıştı o güne kadar annesi Ona. Eli yüzündeydi şimdi. Sanki o günün acısını hissetti bir an. Keşke o son olsaydı dedi kendi kendine. Keşke ufak bir tokadın acısıyla kalsaydı her şey. Ah şu keşkeler! Havada uçuşuyorlardı. Arada yüzüne çarparak.

“Yaksana oğlum bir tane sen de. Bak pişman olursun ha! Demedi deme”
“Yok istemem.”
“Lan oğlum neden korkuyorsun? Bak çok güzel. Ohhhhhhh! Mis mis!”
“Boğulmaz mıyım dumandan?”
“Ha ha ha! Ne boğulması be? Huzur buluyorsun. Mutlu oluyorsun. Al çek bir fırt”

Bir fırt çekmişti. Sonra bir fırt daha, bir daha, bir daha… Bir iki öksürük sonrası yıllardır içiyor gibiydi. Büyümüştü sanki.

Elinden bırakamıyordu artık. En yakın arkadaşıydı dumanı üstünde bu ufak şey. Günde bir iki tane derken bitirdiği paketlerin sayısını hatırlamaz olmuştu.

Hataydı yaptığı. Hayatının hatasıydı. Çok geçti bunu söylemek için. Ama deli gibi pişmandı. Yanılmıştı. Bunu ancak hastane odasında, iflas eden ciğerleri ile baş başa kalınca anlamıştı. Nasıl gelmişti, kim getirmişti hatırlamıyordu.

Kapı çalındı o an. Hemşire hanım gelmişti.

“Nasılsınız bugün? “

Nasıl mıydı? Tarif etmeye kelime var mıydı içinde bulunduğu bu ruh halini. Düşündü. Bulamadı. Sustu.

Oysa gençliğinde çakı gibiydi. Öyle derlerdi mahallede Ona. Boylu poslu, yiğit, yakışıklı bir delikanlıydı. Az atmamışlardı kızlar cebine hayran mektuplarını.

“Ahmet!”
“Efendim Zeliha”
“Beni seviyorsun değil mi?”
“Bu nasıl soru? Sevmesem işim ne yanında?”
“Ama seni geçen gün Ayla ile görmüşler”
“Kim görmüş! Yalan valla. Kuyruklu yalan.”
“Yani beni seviyorsun!”

Kaç kere tekrarlanmıştı bu diyalog. Sadece kızların ismi yer değiştiriyordu. Mahallenin oğlanları kıskançlıktan sinir oluyorlardı Ona. Ama kim takardı ki. Yaşadığına bakıyordu Ahmet. Ne yapabilirdi ki. Şeytan tüyü vardı Onda.

“Şimdi sizi ilaç için hazırlamam lazım Ahmet Bey”

Hemşire hanımın konuşması ile dağılmıştı kafasındaki eski hatıralar. Hastane odasındaydı. Kemoterapi saati gelmişti demek. Bu aldığı kaçıncı ilaçtı. Üstelik bir faydası var mıydı bunu bile bilemiyordu. Kendini hep yorgun ve bitkin hissediyordu sonrasında. Ama düşmüştü bir kere ellerine. Zaten oldum olası sevmezdi hastane odalarını.

Fotoğraf albümünü yatağının üstüne koyarken anılar, sesler ve keşkeler yoktu şimdi. Gözünden süzülen bir damla yaşı görmesini istemediği hemşirenin iteklediği sandalye ile sessizce çıktı odadan...

Yazan ve Çizen : Sammy

Cumartesi, Mart 15, 2008

Diş Olmak Zor İş:)


Salı, Eylül 25, 2007

Severim


Severim dedi kadın,
Kırık kalbinin kırıntılarını toplarken.
Sevmeyi severim önce,
Ayırt etmeden delicesine.
Doğanın sunduğu nimetleri,
Açan bir gülün üstündeki çiğ tanesini.

Sevilmeyi severim dedi kadın.
Çıkarsız ilişkilerdir sevgide favorim.
Bıçak darbesi olmadan sırtında,
Yaşam aksın gitsin isterim,
Doludizgin doyasıya.

Görmeyi severim dedi kadın.
Bir bebeğin iç yeşerten gülüşünü,
İnsanın insana sunduğu hoşgörüyü,
Kabuğunu kırmaya çalışan kuşun,
Dünyaya ilk tebessümünü.

Umut etmeyi severim dedi kadın,
Hayal kurmanın tadı damağından gitmeden.
Gümüş tepside sunulmasa bile,
Sevgiliden alınan bir demet kır çiçeği,
Sevgilerin en güzeli.

Yazan ve Çizen: Sammy

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Geriye Ne Kaldı Ki!

Önündeki boş kağıda bakıp durdu saatlerce. Yazmak istedikleri beyninin odalarında uçuşuyor ama bir türlü kelimelere dökülemiyordu. Geçirdiği kazanın etkisiyle sol elini kullanmakta zorlandığı için daktilo ile yazmak da zülüm olmuştu. Bir yardımcı mı almalıydı acaba? Ama en son gelen kadınla da anlaşamamış, Onu da çileden çıkarmıştı. Bu koca evde makinesi ve kağıtları ile baş başa kalmıştı sonunda.

“Babaaaaaaa dikkattttt etttttttttt!!!”

Her sabah kan ter içinde aynı kabusla uyanıyordu o günden beri. Uyumak denebilirse yataktaki boğuşmalarına. Hep bu ses, bu kelimeler.

İsteksizce kalktı yatağından. Sessiz ve kasvetli evde dünden farksız bir gün başlamıştı yine. Masanın üstündeki viski şişesinden bir yudum içerken, bu sert içkinin önce boğazını sonra midesini yakışını hissetti. Ama mutlu oldu yaşadığı duygudan. Yaksın, delsin, onu bu dünyadan çekip alsın istiyordu. Canı yanmalıydı. Kendince eziyet çektiriyordu bedenine. Suçluydu çünkü. Yaptığı affedilmezdi.

İçkinin de etkisiyle eski günleri hatırladı yeniden. Sanki aklından hiç çıkıyormuş gibi. Değerini bilmediği güzel, mutlu, huzurlu günlerini. Çocukları vardı, eşi ve dostları. Küçük bir hata ile bozmuştu bu güzel tabloyu.

Tam o an kapı çalındı. Gelen postacı idi. Yayınevi yeni kitabını göndermişti. Postacı sert mi bakmıştı kendisine? O da biliyor muydu yoksa olanları? Suçluluğu okunuyor muydu yüzünden? Tüm bu karmaşık duygular ile paketi alıp, kapattı hemen kapıyı. Bayağı zaman geçmişti bu kitabı kaleme alalı. Ama o kazadan sonra uzun süre hastanede yattığı için gönderememişti yayınevi kendisine. Bu güne kısmetti demek.

“Beni Hayata Bağlayan!”

Kendi yaşam hikayesini anlattığı bir anı kitabıydı bu. Eşi ve çocukları vardı kitabın sayfalarında. Onlarla yaşadıkları yer alıyordu kelime aralarında. Adı takıldı gözüne. “Beni Hayata Bağlayan” Ne kaldı ki diye düşündü. Hayata bağlayan ne var ne yok hepsini silip atmıştı.

O kavşağa girerken cep telefonu ile konuşmanın cezasını ömür boyu taşıyacaktı omuzlarında. Kapat demişti eşi, dinlememişti. Karşıdan gelen kamyonun selektörleri de fayda etmemişti.

Hastanede açmıştı gözlerini. Tek kurtulan oydu o feci kazadan. Sevdikleri olay yerinde hayattan kopup gitmişti. Kızının sesi çınlıyordu yine kulaklarında;

“Babaaaaaaa dikkattttt etttttttttt!!!”

Edememişti işte. Yapabilirim sanmıştı. Yapamamıştı. Kendine olan aşırı güvenin cezasını ömür boyu omuzlarında taşıyacaktı.

Viskisinden bir yudum alarak tekrar geçti daktilosunun başına. Sevdiklerine içindekileri dökmek, özür dilemek, günah çıkarmak istiyordu. Onu affedebilirler miydi acaba? Affetseler ne olurdu ki zamanı geriye döndüremedikten sonra.

Son kitabı olacaktı bu. Elinin acısını hissetmeden bastı tuşlarına makinenin;

“Geriye Ne Kaldı Ki!”

Yazan ve Çizen :Sammy

Perşembe, Eylül 13, 2007

Deniz Kabukları


Bu deniz kabuklarını çok sevdiğim bir aile dostumuzun balkonunda görünce bayılmıştım. Hemen bu güzel görüntüyü belgelemek istedim. Tabi bu resmimi çekerken deniz kabukları ile ilgili biraz bilgi edinmenin bir sakıncası olmazdı. Sizlerle de paylaşmak istiyorum:

"Denizaltının tam olarak keşfedilmemiş çok renkli dünyasında, balıklar ve mercanların yanı sıra, gizemli şekilleri, renkleri ve yaşam biçimleriyle deniz kabukları birer mücevher gibi yer alır. Çoğu insanın sadece deniz kıyısında dolaşırken veya yaz tatili için kıyı bölgelerine gittiği zaman gördüğü, kumsaldan toplayıp evinin bir köşesinde süs eşyası olarak kullandığı bildik deniz kabuklarından başka, az bilinen ve insanı hayretler içerisine düşürecek güzellikte binlerce çeşit deniz kabuğu daha var. İstiridye kabukları içinde küçücük bir kum tanesinin gösterişli bir inci haline gelmesi veya birbirinden farklı iki tür deniz minaresinin yan yana gelişi, farklı güzellikler ve şaşırtıcı zariflikler yaratır. Çeşitleri yüz bini bulan deniz kabuklarının bazıları hoşa giden renk ve zarafetlerinden ötürü eski devirlerde para yerine kullanıldığı gibi, günümüzde de pek çok evde süs eşyası olarak en hatırlı köşelere oturtulur.
TILSIMLI KABUKLAR
Deniz kabuklarının bir başka özelliği ise bilinen en eski büyülerde kullanılması. Kabuklarla tılsım yapmanın binlerce yıl öncesine dayanan bir tarihi var. Deniz kabuklarını her dönemde pek çok konu ile ilişkilendirebilen insanoğlu, onu hem nazara karşı koruyucu, hem de doğurganlığı temsil eden bir sembol olarak kullanmış. Kabukların güçlü bir doğurganlık sembolü olarak düşünülmesi nedeniyle, doğum sancıları ve kısırlığa karşı yaygın olarak kullanıldığı da biliniyor. Araştırdıkça, deniz kabuklarının sadece basit bir güzellikten ibaret olmadığı, her birinin mücevher değerinde ve hassasiyetinde olduğu ortaya çıkıyor. Malakoloji adı verilen kabuklu canlılar bilim dalında yapılan araştırmalarla literatüre her gün yeni türler ekleniyor. Deniz kabukluları, formlarına göre ana ve alt familyalar olarak sınıflandırılıyor. Tek parçadan oluşan ‘Gastropod’lar familyası, yüzde 80’lik oranı ile en kalabalık familya. Bunu yüzde 18 ile çift kapaklı ‘Bivalvia’lar izliyor. Dünyanın en güzel ve değişik kabuklarının Hint-Pasifik Okyanusu bölgesindeki denizlerden çıktığı biliniyor. Erişilmesi güç derinlikteki kabukların toplanması için farklı yöntemler kullanılıyor.Deniz kabuklarının saklanmasında dikkat edilecek en önemli nokta, kabukların doğrudan güneş ışığı almayacak ve tozlanmayacak yerlerde muhafaza edilmesi.

PAHALI BİR HOBİ
Deniz kabuğu koleksiyonculuğu özellikle Amerika’da yaygın. Birçok kulüp ve dernek bu dalda faaliyet gösteriyor.İnternet yoluyla yapılan açık artırmalarda 40 dolardan 3500 dolara kadar değişen fiyatlarla alım satımı yapılan deniz kabukları, artık bir hobi. Türkiye’de de dünya denizlerinden toplanan çeşitli kabuklara koleksiyonunda yer veren meraklılarla bu hobi yaygınlaşıyor. Kabuk koleksiyonerlerinden birisi de Fikret Özer. Deniz kabuğu merakının yıllar önce Bodrum Kalesi önündeki bir satıcıdan aldığı ‘Tridacna Squamosa’ türü bir kabukla başladığını belirten Özer, altı yıldır topladığı deniz kabukları ile bugün 3 bin türün üzerinde parçaya sahip bir koleksiyoner. Deniz kabuğu hobisini giderek bir iş haline getiren Oğuz Oral da Türkiye’de profesyonel anlamda deniz kabuğu ticareti yapan önemli bir isim."
Sevgiler.
Sammy
Kaynak: Skylife - Aralık 2003

Çarşamba, Eylül 12, 2007

Portulaca Grandıflora (Kedi Tırnağı, İpek Çiçeği, Yaz Çiçeği)


Fotoğraf çekmek benim büyük keyif aldığım hobilerimden. Ama daha bu yolun çok başındayım. Kendimi bu konuda geliştirmek adına çalışmalara başladım boş zamanlarımda. Fotoğraf makinamı tanımaya çalışıyor ve digital fotoğraf çekimleri hakkında bilgi ediniyorum, püf noktalarını öğreniyorum.
Bu resim de rengine ve parlak görüntüsüne bayıldığım bir bahçe çiçeğine ait. Adının Sevgili arkadaşım Neşeli'nin de yardımı ile "Kedi Tırnağı" olduğunu öğrendiğim bu güzel çiçek hakkında ufak bilgi de vermek istiyorum sizlere:
- Mevsimlik bir bitki.
- Tohumla üretiliyor.
- Yaprakları almaçlı, silindirik-damla uçlu ve tüylü.
- 4-6 taç yapraktan oluşan gül gibi çiçeklere sahip.
- Kırmızı, pembe, turuncu, sarı, beyaz renklerinde açanları vardır.
- Dallar ya yayılarak ya da dikine büyüyor
- Çiçek açtıktan sonra 3-5 mm çapındaki tohum keselerinden bol miktarda tohum elde edilebiliyor.
- Kuraklığa dayanabiliyor, fakir, çakıllı, kumlu her türlü toprakta yetişebiliyor.
- Güneşi seviyor, arada bir sulamak yeterli oluyor. 35 cm’ye kadar uzuyor.
- Arsız bir çiçek, bir kez ektiniz mi sonraki yıllarda hep çıkıyor.
-Yazın çiçekleniyor. Söküldüğü zaman bile kendi tohumlarını döktüğü için ertesi sene kendiliğinden yeniden çıkıyor.
- Brezilya kökenli bir bitki.
Farklı konularda bilgi edinmek, yeni şeyler öğrenmek her zaman mutlu etmiştir beni. Mutluyum yine. Umarım siz de öylesinizdir.
Sevgiler.
Sammy

Perşembe, Ağustos 30, 2007

Hoşgeldin Bebeğim


Etrafa yayılan mis kokunun onda yarattığı sarhoşluğun etkisiyle midir nedir gözlerini açamıyordu bir türlü. Odadaki kişilerin sesleri kulağını tırmalasa da neler konuşuluyor anlamıyordu. Ama teninde hissettiği bu yumuşaklığı fark etmemesi olanaksızdı. Zihninin vagonları onu uzun bir yolculuğa çıkardı o an. Zaman tünelinden koşar adımlarla geçti. O heyecanı duyduğu ilk dakikalardaydı şimdi.

-“Tebrik ederim hamilesiniz!”

Yanlış mıydı duydukları, yoksa çölde serap görmek gibi o da duymak istediklerini mi işitiyordu. Uzun zamandır beklediği bu anı yaşadığına şimdi inanamıyordu. 15 yıl dile kolay! Odadan çıkarken karşılaştığı her kişiye söylemek istemişti.

-“Benim de bir bebeğim olacak. Duydunuz mu? Benim de!”

Dışarıda yağan sağanak yağmur hiç böyle güzel görünmemişti gözüne. Ellerini açarak tüm damlaları tutmak, havayı içine çekmek, yaşama sevincini doya doya hissetmek istiyordu. Koşar adımlarla evine doğru ilerlerken eşine bu güzel haberi nasıl vereceğini düşündü.

- “Merhaba!”

İrkildi bu sesle. Odadaydı yine, bebeği yanında değildi. Ama mis kokusu hala havada dolaşıyordu. Doktoruydu gelen. Ağrılarının olup olmadığını soruyordu genç kadın. Ağrı mı? Olsa ne yazardı ki. Ona hayatının en güzel hediyesi gelmişti. Onunla neler yapacaklarını planlamıştı 9 ay boyunca. Sevinçlerini ve üzüntülerini onunla paylaşmıştı an be an. Müzik dinlemişlerdi beraber, arada bir kaçamak dans etmişlerdi. Alışveriş yapmışlardı çılgınca. Kitap okumuşlardı gözleri yorulana dek. Tepki vermişti arada tekmeleri ile. Minik kalbini dinlemişlerdi doktor ziyaretlerinde. Ağrı mı? Ağrı vız gelirdi.

-“Annemiz uyanmış mı? “

Hemşire hanım küçük bir arabanın içinde getirmişti bebeğini. Kalbinin hızla çarpışına engel olamıyordu bir türlü. O da heyecanlı mıydı acaba kendisi gibi? Ağlıyordu ikisi de. Kucağındaydı şimdi. Ayrılmamacasına. Ölünceye dek birlikte olmak istercesine. Minik kulaklarına ilk fısıldayışıydı.

-“Hoşgeldin bebeğim!”.
Yazan ve Çizen : Sammy

Pazartesi, Ağustos 27, 2007

Ayrılık

Rüzgar okşadı dalgalı saçlarını,
Hoş bir leylak kokusuydu etrafı saran,
Çınar ağacının kucakladığı bedeni,
Yılgındı,
Bitkindi,
Hissizdi.

Zihnini tırmaladı kulağındaki melodi,
Radyodaki kadın sesiydi bağıran,
Denizin derinliklerindeydi gözleri,
Buğuluydu,
Yorgundu,
Donuktu.

Dayanılmaz bir hüzün kapladı içini,
Ayrılık acısı bir kor gibi dağlayan,
Sevgiliden ayrılan elleri,
Narindi,
Sıcaktı,
Yalnızdı.

Yazan ve Çizen : Sammy

Cuma, Ağustos 10, 2007

Uçan Tavuk


"O gün gerçekten uçmak mı istemişti, yoksa rüzgarın itici gücü mü onu bu halının üstüne bırakmştı hatırlamıyordu.
Evinin kapısından karşı tepeye bakarken gördüğü manzara karşısında dehşete düştüğünü anımsadı en son. İçini bir hüzün kapladı.
-Nasıl olur bu? Nasıl bir canlı diğer bir canlıya bunu yapabilir?
Kapkaranlıktı tepe. Siyah renginin o kasvetli görüntüsü sarmıştı heryerini. Daha dün yeşil bir hırka giymemişmiydi. O rengarenk, yeşilin her tonunun olduğu hırkasını ne çok severdi. Hiç çıkarmazdı üstünden. Zorla, hunharca, canice yapılabiliyordu demek. Bir canlı bir canlıya...
Yaşayamazdı artık bu evde. Nasıl yaşardı? Hergün bu ölü manzaraya bakıp nasıl nefes alabilirdi.
Gitmek istedi, terkedip gitmek. Arkasına bakmadan, uçmak, uçmak, uçmak..............."
Yazan ve Çizen : Sammy

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

Mavi Gözlü Zürafa



Salı, Ağustos 07, 2007

Renkler


Salı, Temmuz 17, 2007

Ördiş

Cuma, Temmuz 06, 2007

Bebeğim

Salı, Temmuz 03, 2007

Çikolata Çikolata


"Çikolata Çikolata" Blogu ile okuduğu kitaplar hakkında detay bilgi veren ve izlenimlerini paylaşan Meral'in blogu için çizdiğim bir illustrasyon. Benim için çok zevkli, bir o kadar da hoş bir çalışma oldu.
"......Üstlendiği görevin bilinci ile çoraplarını bile çıkarmadan yatağından fırlayan sevgili leylek, çantasına doldurduğu kitapları bir an önce Çikolata Çikolata evine ulaştırmak istemektedir.
Zira evin sahibesi önceki getirdiklerini okumuş, dört gözle kendisinin yolunu gözlemektedir........."
Sevgiler.
Sammy

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

Sarı Saçlı Kız


Bu çizim benim ilk tablet denemelerimden. Henüz çok yeni olduğu için elimi alıştırmaya çalışıyorum.
Sevgiler.
Sammy